İlk Sandro Veronesi romanım, Sinekkuşu, sen benim bu yıl içinde, şimdiye kadar okuduğum en iyi romansın, gerçekliğinle içimi ısıttın, beni yumuşacık yaptın, çok teşekkür ederim.
Romanda, 1960’ların sonundan başlayarak, Marco Carrera’nın ve ailesinin üç kuşağını kapsayan yaşam öyküsünü zamanda bir ileri bir geri giderek okuyoruz, mektuplar, telefon mesajları, e-postalar tüm gerçeklikleri ile eşlik ediyor. Marco’nun hayat yolu, tuhaf eşzamanlılıklar, ani kopuşlar, kayıplar, trajediler ve dönüm noktalarıyla dolu. Aileye, romantik ilişkilere, platonik aşka, kopan bağlara, asla kopamayan bağlara, sevginin biçimlerine ve doğallığına, mutluluğun tanımına ve mutsuzluğa dair çok yalın ve çok gerçek bir hikaye, sanırım çevirinin çok iyi olmasının da etkisi olmuş bunda. Kısacası çok fazla laga lugaya, ağdalı cümlelere ve aforizmaya girmeden insanın içine isleyen bir yakınlık ve gerçeklikle anlatmış derdini Veronesi. Okuduğum ilk kitabıydı ama asla son olmayacak. Hem çok kolay akan, kolay okunan ve insanın kalbine isleyen bir roman kısacası, e daha ne olsundu. Ben bitmesini istemediğim için çok yavaş okudum. 😊
Kitabın açılışını harika yaptık ve son sayfalarda da bir kaç damla gözyaşıyla mükemmel kapanış. Sinemaya da uyarlanmış geçen sene, inanın ki okurken ay olabilir mi diye düşünmüştüm, Il colibrì (The Hummingbird ) adıyla, sanırım MUBI’de var, izlemek ister miyim emin değilim. Önce okuduğum bir hikâyenin filmini izleyip de sevmişliğim olmadı.😶
Soru, hayat bazen biraz da Sinekkuşu misali, ilerlemek ya da gitmek için değil de, olduğumuz yerde kalabilmek ve bazen geri gitmek için kanat çırpmak olabilir mi? Ve bununla bitirelim, “Gece yarısı çalan telefonun başında ehvenişere sığınan bir ebeveyn. Evladını yitirmek hayatı sıfırlar”, ama hepsinden daha acısı şu; “Hayatta sıfır diye bir şey yoktur”. Soru, sıfırın altında nasıl yaşayabiliyoruz?