Blogumu çok seviyorum ve zaman zaman da özlüyorum. Bu mecra bana onca hır gür ve koşuşturma içinde kendime açmayı başardığım alanların, ne kadar iyi hissettirdiğini hatırlatıyor. Pek düzenli ve aktif olarak kullanmayı başaramasam da.

Şimdi hiç unutmayacağım bir/iki anımı anlatacağım. Havaalanlarında çok fazla anı biriktiriyorum, özellikle çeşitli ülkelerin dış hatlarında yalnız geçirdiğim saatlerde birtakım aksiyonlu olaylar yaşamadan edemiyorum, sakin sakin uçamıyorum . İsimlendirebileceğim ya da adını koyamadığım binbir farklı duyguyu dış hatlar terminallerinde yaşadım, ilk yurt dışı ve yurt içi uçuşumu tek başıma yaptım… Sondan bir önceki aksiyon, kara- komedi, ve dram içeren, pek de cool olmayan hikayem yaklaşık bir sene öncesine ait.  

Geçen sene İstanbul’dan Roma aktarmasıyla Katanya’ya uçacaktım 20kg bagajım vardı çünkü bu 10 günlük bir yaz tatili olacaktı, ve Emre beni Katanya’da bekliyordu, heyecanlı ve mutluydum. Bagajımı aktarmayı taahhüt edip aktarmayan, ismi lazım olmayan (evet o aklınıza gelen ilki) havayolu şirketi yüzünden, Roma Fiumicino havaalanında hiç unutamayacağım sıcak saatler geçirmiştim. Önce, bavulum nasılsa aktarılacak diye, dış hatlardan elimi kolumu sallaya sallaya çıktım, sonra, Katanya uçuşu olan kapıya giderken, Sabiha Gökçen’de bagajımı otomatik verdiğim için bana bagaj takip fişi falan verilmediğini ve benim de bunu talep etmediğimi farkettiğim anda ve başımdan aşağı kaynar sular indi. 10 günlük tatilde hiç bir eşyam olmadan ne yapacağım, bagajı burada nerden bulacağım, airtag bavulumun Roma’da olduğunu söylüyor, İtalya aktarmalarında kaybolan yüzlerce bagajdan biri mi oldu şimdi benim bavulum, o bikinimi bir daha göremeyecek miydim, bavulda başka neler vardı ki aman allahım canım kırmızı elbisem… Bavulu sonraki uçuşuma otomatik aktarması gereken havayolu şirketinin danışma masası fiziken var ama tabi ki kapalı, asla bir muhatap yok… Derdimi havaalanı çalışanı olan 5-6 farklı kişiye tane tane anlattım, havaalanının tüm terminalleri arasında 5 tur attım delirmiş insanlar gibi oradan oraya koşup durdum ve 1.5 saat sonunda bavulumun ‘muhtemelen’ aktarılmayacak olduğunu, çünkü Katanya uçuşuna bağlı olmadığını, takip numaram olmadığı için bir şey yapılamayacağını, gün sonunda kayıp eşyaların olduğu bölüme gideceğini ama belki de 2-3 gün sonunda kayıp eşyaların olduğu bölüme gideceğini  belki de hiç gitmeyeceğini öğrendim. Bir süre ayılıp bayılıp delirdikten sonra kalkıp silkindim ve müthiş müzakere yeteneğim sayesinde (ya da güvenlik görevlisi bana acıdığı için ve benden bıktığı için) elime tutuşturulan bir yazı ile normal insanlara/yolculara kapalı olan alandan geçerek dış hatlara yeniden dönmeme izin verildi ve bavulumu kayıp bölümüne gidecek eşyalar içinde buldum. Beni o kapıdan geçirip geri dönmeme izin veren, o yazıyı imzalayan güvenlik bireye tüm pozitif enerjilerimi yeniden gönderiyorum. Tüm bu mücadelem sırasında Katanya uçuşum son dakika rötar yaptı, eğer böyle bir gecikme olmasaydı, kesinlikle uçağa yetişemezdim. Binbir delirme anından sonra birazcık da kendi hatam yüzünden olan sorunu çözebildiğim için kendime teşekkür ediyorum. Hatayı üzerime aldım çünkü bahse konu havayolu şirketi ile çok seyahat ettim kendilerine güvenemeyeceğimi çok çok iyi biliyorum, bavulun otomatik aktarılacağını teyit etmiştim, ama buna rağmen bagaj takip fişi almadım. İnsan bazı kimselere ve şirketlere kat’iyen güvenmemesi gerektiğini böyle böyle öğreniyor işte.

Gelelim kahramanımızın en yakın geçmişteki havaalanı macerasına. Kahramanımız E. Budapeşte’den Oslo’ya dönmektedir, yine yalnız uçmaktadır ve o da ne, 1A numaralı koltuk onundur! Tüm insanlıktan soyutlanmış bir şekilde kendisiyle baş başa kitap okuyup, podcast dinleyip camdan boş boş bakarak geçirebileceği birkaç saati vardır, kafası biraz doludur ve bu zaman ona şüphesiz çok iyi gelecektir. Neşeyle koltuğuna zıplar, sırt çantasını ayaklarının yanına koyup kulaklarını çantadan çıkarırken kafasını kaldırmasıyla yanında 2-3 yaşlarında bir oğlan çocuğu ve annesi belirir, evet 1B ve 1C numaralı koltukta oldukça enerji dolu gözüken bir çocuk oturacaktır, çocuğun gözlerinde sürekli bağırmaya istekli, kuduruk bir ifade vardır. Çocuk, kahramanımıza gülümser ve cıss diye elinde tuttuğu kulaklığına dokunur minik boyalı parmağıyla, ardından annesi ”Hi!” der… Tam o sırada hostes gelerek en ön koltukta sırt çantalarının baş üstü dolaplarına konmasının bir zorunluluk olduğunu hatırlatır. Kahramanımız şimdiden yorulmuştur. Anne birey tek hamlede çocuğun boyama kitabını, muzlu sütünü ve kendi kitabını çantasından çıkarıp çantasını üst rafa fırlatır. Kahramanımız da anneye sen o kitabı, bu uçuş sırasında gram uykusu olmayan bu çocukla okuyabilecek misin bakışı atar ve geçebileceği boş koltuk var mı diye bakınır. O sırada hostes Eda’nın çantasını alıp 1A numaralı koltuğun başüstü dolabına tek hamlede yerleştirmiştir bile. Uçuş harika geçer, anne mükemmel bir insandır, aslında uçağa binene dek çocuğu yormuş, uçak kalkar kalkmaz da sütü dayar ve biraz sohbet eder, sonra çocuğun sağ koluna pıt pıt dokunmak suretiyle çocuğu uyutur, sanki çocuğun kullanma kılavuzuna kendisi yazmışcasına hakimdir, ve onu uçuş boyunca uyku moduna almıştır. Eda çok etkilenmiş bir şekilde uçaktan çıkan ilk insan olur, çıkarken hostese teşekkür eder, anneye veda eder, hatta uyku sersemi çocuğa el bile sallar.  Emreyle buluşmak için hızlıca çıkışa ilerlerken duty free’de gözü şaraplara çarpar ve sırt çantamda yer var mı ki diye düşünürken aynı anda sırtında bir hafiflik farkeder, çanta manta yoktur ve daha kötüsü artık güvenlikten çıkmıştır!!!  Ve tekrar merhaba o başından kaynar sular inme hissi… İlk olarak bir hışımla Emre aranıp başına gelenleri paylaşma ve birkaç dakikalık sakinleştirilme seansı, ilgili havayolu şirketinin yetkilisine gidip ben şu uçuş numaralı uçaktan 5 dk önce indim ve 1A numaralı koltuğun üst rafında çantamı unuttum diye yana yakıla dert anlatma ve adamın şaşkın bakışlarına maruz kalma…Çantayı diğer bagajlarla birlikte banta vermelerini rica etmek için uçağın içinin araması ve hosteslerin katiyen cevap vermemesi, çantamın ve içindeki eşyaların (bir kaç parça giysi, Budapeşte paprikaları ve, annemin İstanbul’dan Budapeşte’ye getirdiği  benim de Oslo’ya Emre’ye götüreceğim 1 kutu kuru baklava) önce tekrar Budapeşte’ye uçması sonra da Kuzey Norveç’in en ücra köşesinde bir iç hatlar uçuşu yapması ve aynı günün gecesinde Oslo’ya dönmesi gibi olaylar silsilesi… İstanbul Karaköyden yola çıkan hiçbir baklava tanesinin böylesi bir yolculukla o kadar kuzeye gittiğini sanmıyorum. Bu sefer güvenlikten elimde izin yazısıyla tersine geçip uçağa gidip çantamı alamadım ama Oslo havaalandaki kayıp bürosu sisteminin çok iyi olduğunu, çok etkili kullanıldığını, çalışma saatlerinde aramalara cevap verip açıklama yaptıklarını, muhatap bulabilmenin mümkün olduğunu öğrendim ve 1 hafta sonra da çantama ve eşyalarıma eksiksiz kavuştum.

Daha çok fazla havaalanı anım var, bir gün unutma ihtimalime karşılık tane tane yazmak isterim, hayır günlüğüme değil buraya..

Bunlar da hoşunuza gidebilir:

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir