Dikkat dikkat! bu yazı Paris’te ilk kez bulunan biri tarafından yazılmıştır. Yazının başında belirtmek isterim ki Paris kesinlikle üç-dört günlük, hatta bir haftalık şehirden çok daha fazlası, sadece müzeler bile birkaç haftayı hakediyor. Umarım Paris’te yeniden bulunurum ve bu yazıyı güncelleyebilirim ama şimdilik bir eksiklik hissi ile yazıyorum.

Özetle, Paris o ikonik silueti dışında koskocaman bir şehir ve gezilip görülecek yerler çok fazla, kesinlikle Eyfel Kulesi, Notre Dame Katedral gibi simge yapılardan fazlası, hatta biz Eyfel’e son gün ayıp olmasın diye bir uğradık sadece. Bence şehir görsel açıdan gerçekten güzel, ama şehri sevmemek ve burada yaşamak katiyen istememek hakkında da sayfalarca oturup yazabilirim. Ama güzel şeylerden bahsedelim:)

Paris kalabalık ve dolu bir şehir ve her sezon turistik olduğu için ilk kural muhakkak gitmek istediğiniz müzelerden, restoranlardan rezervasyon yaptırmak, yani Louvre Müzesi’nin önündeki uzun sırayı bekleyenleri görünce içim sızladı. Paris metrosunu epey sık kullandık dünyanın en güvenli yeri olduğunu söyleyemem ama pek güvensiz bir duruma da denk gelmedik, temkinli olmakta fayda var tabi, metro ve istasyonlar hep kalabalıktı. Teoman’ın, Paris metrosunda neredeyse tek başına seyahat ettiği o klibi saat kaç civarında çekmiş olabileceği hakkında sık sık müzakere ettik.

İlk durağımız tabii ki de Eiffel Kulesi değildi, dediğim gibi biz son gün sadece Paris’e kadar gitmişken kuleyi de dünya gözüyle görmek için bölgeye gittik. Ve kulenin girişinin bulunduğu ”Champ de Mars” bölgesinde Oslo’da 4 senedir yaşamadığımız aksiyonu 10 dakika içinde yaşayıverdik, tam yanımda kulenin fotoğrafını çeken birinin telefonu kapkaçlandı, 5-6 metre ötede hırsız yakalanıp dövüldü, 2 adım ötede bir turist kazıklandığını anlayıp acıyla haykırırken parayı alan adam koşarak uzaklaştı gibi gibi… Yazılıp okunduğu üzere Gustave Eiffel kuleyi 1889 Paris Dünya Fuarı için geçici bir yapı olarak tasarlamış, fuar bitince sökülüp gidecekmiş, sonra halkın ilgisi ve radyo anteni olarak kullanışlılığı sayesinde kalmasına karar vermişler ve gel zaman git zaman şehrin simgesi oluvermiş. Sen Nehrini ve şehri tepeden bir göreyim derseniz kulenin tepesine çıkabiliyorsunuz ama bence çok da gerekli mi? Hayır, değil.

Paris’in en ünlü caddelerinden biri Champs-Élysées, yaklaşık 1.9 kilometre kadarmış, lüks mağazalar, restoranlar, kafeler, tiyatrolar ve sinemalarla dolu. Caddenin bir ucu Arc de Triomphe yani Zafer Takı var, Napolyon Bonapart tarafından Austerlitz Savaşı’ndaki zaferin ardından Fransız ordusunu onurlandırmak için yaptırılmış ve üzerinde Fransız tarihinin önemli zaferlerini tasvir eden süslemeler var. Caddenin bir diğer ucunda ise kocaman bir meydan yani Place de la Concorde var, devrim sırasında burada olaylar olaylar, mesela Marie Antoinette burada giyotinle idam edilmiş. Tarihi ve turistik olarak önemli bir meydan.

Notre Dame Katedrali ve civarı turistlere rağmen, bulunmaktan çok keyif aldığım bir bölge oldu. Katedralin çatısında Quasimodo’nun çanlarının olduğu kulelere çıkmak bir aralar mümkünmüş ama malum yangından sonra katedral büyük ölçüde tahrip olmuş durumda ve biz kendisine dair pek bir şey göremedik yangının üzerinden çok zaman geçmesine rağmen etrafı dev restorasyon çalışmaları tabelalarıyla tamamen kapalıydı. Aslında hedef, 2024 yılında kadar katedralin yeniden halka açılmasıymış (Paris Olimpiyat Oyunları’na yetiştirilmesi amacıylaydı herhalde) ama bence çalışmalar çok daha uzun sürecek gibi. Bildiğimiz gibi katedral, Victor Hugo’nun ”Notre-Dame de Paris” romanının ilham kaynağı ve ben kendisini oradan tanıyorum. Romanda olaylar katedral ve çevresinde geçiyor. Hikaye aşırı hüzünlü içinde bol bol toplumsal adaletsizlik, aşk, iftira, dışlanmışlık, güzellik ve çirkinlik kavramları hatta ölüm ve idam var; ama gelin görün ki hikayeyi biraz daha çocuk dostu ve Disney tarzına uygun olarak uyarlayarak biz çizgi film yapmışlardı (The Hunchback of Notre Dame)! ve bu benim sinemada izlediğim ilk çizgi filmdi, aşırı etkilenmiştim. Takvimler 95-96 yılları arasında bir yerleri gösteriyordu ve annem Dila’ya 7-8 aylık hamileydi, tüm film boyunca yanımda oturmuş ve u-yu-muş-tu!  Quasimodo, Esmeralda ve Frollo’nun hikayesini adeta tek başıma izlemiştim ve sinirlenmiştim, aradan 20-25 geçtikten sonra katedrale gittim ama katedral yanmıştı, kuleleri bile göremedim, ne büyük gül bahçeleri vardı ne de zarif vitray pencereler…

Katedralin bulunduğu bölgenin adı  Île de la Cité ve bu bölge Paris’in en eski yerleşim bölgelerinden biriymiş, Paris’in en eski taş köprüsü olan Pont Neuf, Île de la Cité’yi Sen Nehri’nin iki yakasına tam burada bağlıyormuş. Bölgede bulunan Sainte-Chapelle 13. yüzyılda inşa edilen gotik bir şapel dışarıdan güzel duruyordu, içindeki vitraylarda, İncil’den sahneler tasvir ediyormuş ama biz içeri giremedik, biletimiz yoktu ve beklenemeyecek bir sıra vardı.

Shakespeare and Company, şehrin en ünlü en eski kitapçısı demek sanırım yanlış olmaz, katedrale çok yakın, çok tatlı, romantik, nostaljik bir atmosferi var gidilecek yerler listemde ilk sıralardaydı.  Before Sunset,  Before Midnight, Midnight in Paris gibi filmlerde kitap evini görebilirsiniz, ben görmüştüm, ve bu arada Before üçlemesi en sevdiğim filmler sıralamasında çok yukarılarda hala izlemediyseniz öneririm.

Müze konusuna gelecek olursak, kabul edelim ki bir yandan bu kadar çok iyi müzeyi hakkını vererek gezip bir yandan da şehri anlamaya/ tanımaya çalışmak bu kadar kısa sürede imkansız! Pariste sadece 3 günümüz olduğundan Louvre Müzesi ve Musée d’Orsay’ıziyaret edebildik, o bile yetmedi. Louvre’da saatler harcadık ve akşam hadi kapatıyoruz diye bizi zorla çıkardılar. Louvre müzesinde ilk iş olarak, kaybolmamak için kapıdan müze planını gösteren kitapçıktan alıyoruz, zaten renk renk ayırmışlar tüm bölümleri, Antik Mısır’dan, Antik Yunan’a ve Roma dönemi eserlerine, Orta Çağ Avrupa sanatından, Rönesans ve Barok dönemlerine, Fransız ve diğer Avrupalı sanatçıların eserlerine kadar farklı renklerde farklı katlarda güzel güzel sınıflandırmışlar, ama yine de biz bir noktada hata yaptık ve büyük bir kısmı geri yürümek zorunda kaldık, müze öyle böyle büyük değil, çok büyük ve içeride çok fazla güzel eser var. Popüler kültür bu ya herkes ama herkes Mona Lisa’nın olduğu bölümde birikmiş, ve minicik tablonun fotoğrafını çekmek için birbirini eziyor, tablonun önüne güvenlik koymuşlar 10 metreden fazla yaklaşamıyorsun, aynı salonda onlarca muhteşem eser var ve kimse onlara dönüp bakmıyor.

Eski bir tren istasyonu olan Gare d’Orsay bugünkü adıyla Musée d’Orsay bence bina olarak da çok güzeldi, Monet’den tutun Van Gogh’a, Degas’tan Édouard Manet ‘e kadar canlı canlı dünya gözüyle muhteşem eserleri harika bir ambiyansta görebiliyorsunuz. Daha yazacak çok şey var ama bence gitmeyi planladığınız müzeler için önceden internetten bilet alırsanız hem daha ucuza gelebilir, hem de o korkunç sıraları atlamış olursunuz. 

Fransız mutfağı maalesef beni pek heyecanlandıramıyor, çok fazla kırmızı etçil değilim, daha çok deniz ürünü, zeytinyağlı sebzeler ve bol bol hamur işi tarafındayım. İsminde Bouillon ibaresi göreceğiniz restoranlar, genellikle uygun fiyatlı, hızlı servisli geleneksel Fransız yemekleri sunan restoranlar, taa 19. yüzyıldan beri ortamlarda aktif olduklarından nostaljik ve tarihi mekanlarında geleneksel Fransız mutfağının birçok temel yemeğini aynı anda bir seferde deneyimleyebilirsiniz. Servis hızlı olsun, fiyat-performans iyi bir oranda olsun, ciks turist mekanı havası değil de böyle biraz lokal esnaf lokantası havası olsun için  Bistrot des Victoires iyi bir öneri olabilir, soğan çorbası ve salyangoz burada denenebilir, çok hardcore Fransız mutfağı olmasın bana yetti bu kadar antrikot biraz farklı Akdeniz esintileri ve güzel kokteyl seçenekleri de olsun derseniz bence Restaurant à Paris 2e – Pomelo  kötü bir seçenek olmayacaktır. L’Envers – Cave et Bar à Vin tatlı minik bir şarap barı ama puanım 10/10. Tartelettes, otelimize yakın minik bir pastaneydi sık sık gelip geçerken bir uğrayıp selam verdik ve selam vermişken kruvasan ve pain au chocolat almış bulunduk. Paris Montmartre | Junk Burgers ve Schwartz’s Hot Dog  öğlen şehirde dolaşırken ve kruvasandan sıkılır gibi olup tuzlu bir şeyler yeme eğiliminde olursanız muhteşem alternatiflerdir.  Son olarak Kodawari Ramen (Tsukiji) çok gitmek istediğimiz bir ramenciydi ama hikayemiz mutlu bitmedi, çünkü son güne bıraktık ve o sırayı beklediğimiz takdirde uçağı kaçırma ihtimalimiz vardı.

Dediğim gibi Paris’te daha ziyaret etmek istediğim çok müze, yürümek istediğim çok yol ve yemek istediğim çok kuruvasan kaldı, tekrar buluşmak çok isterim. Dünyanın en güzel yerlerine, sağlıkla en sevdiğiniz insanlarla seyahat edeceğiniz günler dilerim ve okuduğunuz için teşekkür ederim.

Sevgiler!

Bunlar da hoşunuza gidebilir:

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir